Müşterileri sevmesine seviyordum, onlarsız yapamazdım ama asıl babamla, kafenin şefiyle, küçük bir hareketle para kazanan adamla tamamen içimden geldiği gibi, gönlümce eğleniyordum. Annemin bizi haşlamayı kafasına koyduğu anlar hariç. Sesi yükseliyor, titriyor, aya doğru uluyan bir köpek gibi. Onu çileden çıkaranın ne olduğunu tam anlayamıyorum, sorun babamın yeterince hırslı olmaması galiba.
Talih kuşunun ona sunduğu iç karartıcı dünya, önünde sıra sıra dizilmiş nefesi kokan çulsuzlara hizmet etmek ile yepyeni, pırıl pırıl bir fabrikada çalışmak arasında salınıyordu. Annemin gür sesi, iç karartan ve çözmesi pek de kolay olmayan kelimelerle bana hayatın sırlarını ifşa ediyordu. Gizemlilikte ondan aşağı kalmayan babam başını önüne eğiyor, bu faslın birkaç el kol hareketi, elinin tersiyle masadan aşağı atılacak birkaç tabak, üç-beş küfürle kapanacağını biliyor. Hepsi bu. Söylüyor zaten annem, çok yorgun.
Muhtaç düştüler işte, karıncayı bile incitmeyecek insanlar. Kadıncağızın kafası yerindeyken ve bacağı sağlamken çok iyi müşteriydiler. Bizden galon galon şarap, pazarları da yengeç alırlardı. Şimdi pek bir şey alacak halleri kalmadı, arada sırada biraz kavurma, biraz da taze peynir. İnsanlık hali, oluyor hayatta böyle şeyler, küçük görmemek lazım.
Tanrım sen bilirsin, hangi an, hangi gün duvarların rengi çirkin görünmeye, yatak odasındaki tuvalet kovası pis kokmaya başladı, ne zaman gariban ihtiyarlar beş para etmez, ayyaş moruklara dönüştü... Annemle babama benzeyeceğim diye ne zaman delice korkuya kapıldım... Bir günde olmadı, büyük bir kopuş ânı yok. Gözlerim yavaş yavaş açılıyor... küçük küçük saçmalıklar... O dünya bir anda benim olmaktan çıkmadı. Aynada kendime bakıp da onları artık görmeye dayanamadığımı, beni mahvettiklerini haykırmam yıllar aldı... Yavaş yavaş. Kimin kabahati. Ayrıca her şey hep kapkara değildi, eğlenceli anlar da vardı, beni onlar kurtarıyordu. Kötü huylu kız.
Ama bizim çıngırak müşteriyle çınlıyordu ve müşteri alışveriş, kasaya girecek para demekti. Okulun ziliyse manasız bir fanteziden ibaretti, sırf eğlencesine ding-dong.
Aşağılanma bu. Okulda öğrendim bunu, okulda hissettim aşağılanmayı.
Doğumdan düğüne, ölüm döşeğine kadar her duruma dair mutlaka bir dua var; kaçak bir kürtajcıya giden yirmi yaşında bir kız hakkında, dönüşte yolda yürürken, kendini yatağına atarken aklından geçenler hakkında da bir tane olmalıydı.
Hiçbirinde benimle, yaşadığım şeyle ilgili tek kelime, şu anda hissettiğim şeyi tarif edecek, bu berbat anları atlatmama yardımcı olacak tek satır yok.
İşte böyle başarılı olma isteği duymaya başladım, bütün o kendini beğenmiş, şımarık, yapmacık, mızmız kızlara karşı...
Farklı olmayacaksın. Hepsinin hakkından gelmenin yolu bu.
Aslında kabahat annemde, kopuşu o gerçekleştirdi. Derslerim kötüleyecek, Monette gibi vurdumduymaz, neşeli biri olacağım diye korkuyordu... Beni eve kapatarak ileride "adam" olacağıma inanıyordu. Her şey onun başının altından çıktı... Onun suçu.
Klasik edebiyat saygınlık kazandırır. Halbuki değişen bir şey yok. Şırfıntı, ben buyum.
Annemle babamı hor görmeliydim... Ne kadar günah varsa, ne kadar erdemsizlik varsa... Kimse annesi babası hakkında kötü düşünmez. Ben hariç. Radyodaki şu ağlak şarkı, Öldürmedim, hırsızlık yapmadım, ama annemin sözünü de dinlemedim...30 Benim için yazılmış sanki. Sonum kötü olacak.
Kuyusunu kazmadıkları komşu yoktu, babasından hamile kalan kızlar, ayyaş kocalar, hafifmeşrep kadınlar. İnsanı umutsuzluğa sürükleyen tüyler ürpertici hikâyelerini bıkmadan usanmadan köpürtüp dururlar. Beni bekleyen, muhtemel istikbalimi gözüme sokan hikâyeler: ipsiz sapsızın tekiyle evlenmiş, kıçını temizlemek zorunda olduğu bir sürü bücürün eteğini çekiştirdiği şişman bir kadın...
Ama benimkiler hiçbir şeye benzemiyor. Bağırışlarının ardı arkası kesilmiyor. Ne halta yarıyorsun allasen? Beş para etmezin tekisin! Babam ağzını açmıyor. Çenesi düşük kaltak! Şimdi sıra onda. Yemeği babam yapıyor. Faturalarla annem ilgileniyor, toptancılarla o muhatap oluyor, pazarlamacıları kapı dışarı eden de o. Neden herkes gibi değiller?
Evde bıraktığım annemle babam geliyordu aklıma, çalışıp didinmeleri, ürün kasaları, hesaplar, iç karartıcı görüntüler... Yüreğim burkuluyordu... Babam, annem, beni gerçekten düşünen bir tek onlar var, onlardan başka kimsem yok. Zihnimde iyilikleriyle varlar sadece, fedakâr, değerli ve güler yüzlü, kendini düşünmeyen, olağanüstü insanlar. Başarılı olmamı istiyorlar, benim mutluluğumu istiyorlar, henüz öyle olmasam da, kendimi dünyadan uzak, huzursuz, mutsuz hissetsem de, haklılar herhalde. Üstelik bir diplomaları bile olmadığı halde böyle davranmaları daha da takdire değer. İleride onlara bunun karşılığını vererek teşekkür edeceğim. Gözlerim yaşarıyor, neden bu kadar nankörüm ben, fakat eve döner dönmez hepsi geçiyor, yine ağzımı bıçak açmıyor.
Hayaller kuruyor, zihnimde onlara biçim veriyordum ve sonra yere inip onları oldukları gibi kabullenmek zorunda kalıyordum. İnsanın anne babasını sevememesi, bunun neden olduğunu bilmemesi dayanılır gibi değil. Kimseye itiraf edemem, babamdan nefret ediyorum, çünkü her sabah şar şar kovaya işeme sesi son damlasına kadar paravanın öteki tarafına geliyor, annem yüzünü buruşturarak eteğinin altından kaşınıyor, öğretmenin süprüntü dediği France-Dimanche okuyorlar, ekönömi, kirbit diyorlar.
Kelimeler ve kıyafetlerle ötekiler gibi olunabilmeli. Kızlar da bir film, bir elbise ya da dışarı çıkma konusunda ebeveynleriyle çatışıyor. Aralarında geçen münakaşaları, babalarının sert sözlerini ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Benim hissettiklerimle uzaktan yakından alakası olmayan, kaale almaya değmez homurdanmalar, boş lakırdılar.
Kim miyim ben? Önce bakkal Lesur’ün kızı, sonra her daim sınıf birincisi. Ve pazar günleri beyaz soket çorap giyen bön kız, burslu öğrenci. Sonraysa... kaçak kürtajcı tarafından içine edildiği için sonrası olmayabilir.