Defterler

Defterler

Nilgün Marmara

EdebiyatAnıGünlük

Basılı

bitirildi

Ölümden söz ediyordun, büyükannem ben küçük bir kızken ölümünü ölmeden önce "katılmaya gidiyorum" demişti "örgünün, ağın dışına, sonra zamanı gelince seni de yanıma çağıracağım." Böyle hoş bir anınız yok mu, çocukluğunuzdan hatırladığınız?
Duru kılmak için hayatı, oluşu -sayıları, ayrımı var etmemekte direniyordum. Üç gün su verilmezse çiçeğin kuruyacağını bilmiyordum. Sevilmezse bir-iki-kaç annemin öleceğini bilmiyordum. Anne-ilişki-dolay ölünce içimdeki anne de öldü. Anne içerden ölmeden önce, içimdeki babanın bir gözü görürdü içimdeki çocukları, anne ölünce babanın öbür gözü de kapandı. Her ikisi de kör, iki gözleri içteki çocukluğu yadsıdı sonunda. Çocukluğumu öldüm ben de, aracı katarak doğayla arama!
Sen gördün mü hiç ölümü?

Onu ben gördüm ve çok istedim,

Bir leke gibi -Karanlık-

Dünyaya getirdim ben ölümü, kendimle.

kendimi istediğim kadar

çok istedim ölümü.
Yaşamı kendilerine eklemek isteyenler ve yaşama eklenmek istenenler...
İnatçıyımdır, neden, niçin, kim için, kimin aşkı için bilmiyorum ama bu bir kişilik özelliği olsa gerek. Aslında pekâlâ da yaşanıyor burada ama garip bir itki dürtüp duruyor beni "dön, dön, dön!" Halbuyse biliyorum ki "nereye dönersen dön kıçın arkadadır," bu müthiş önemli gerçekliğin asla değişmeyeceğini de...
Herkesin melodisi kendinedir ve bunun böyle olduğunu yalnızca gramofon çiçekleri bilir belki de çünkü yürekler ve çiçekler tekildir. Senin yükleyebileceğin son anlam biraz da aykırı olarak eksiltebileceğin son anlamdır (bütünlükten). Eh, bu da kaçınılmazdır çünkü yaşadıkça ölüyoruz di mi ya? Zamanın eli ne de sıkıdır! Sıkı elli zaman! Cimri vakit! Sözcüklerle donanırken sözcük bütünlüğünden eksiltiyoruz, sevgiyle donanırken sevgi tamlığından, ve bu böyle böyle böyle. (Saçma lâmalıktan hiç vazgeçmeyeceğim.)
İçimdeki tüm çerçöp, kırpıntı, talaş, çapak vb. "dozu arttırın" diye emrediyor ve çok ilaçlar içiyorum. Ve her gün nasıl yaşadığıma, yaşayabildiğime, her an, her durumda yine ve yeniden usanmadan bitimsiz şaşırıyorum.
Bu ülke ve bu şantiye (doğunun kederi) pis bir "erkek cemaati." Ve ben katlanmam, katlanamam.
İnsanları izlemek doyurmuyor çünkü hepsi birbirinin aynı.
Hep düşlemişimdir, yani ölümden sonra yakılıp küle dönüşmeyi ─kül yenir mi?
Ne yazık ki "insan" yok, bir şeyler iletilebilir. Sessizliğin bölüşülebileceği insanlar yok burada. Kalık, geleneksel, geçerli, çağa uygun yüzeysel amaçlar var ve tüm bunların alegorik temsilcileri gelip bu çölü yurt edinenler.
Geçmişin peşine yalnızca düşlerde düşülebilir sanıyorum, uyanınca, bir bir sözcüklere dökünce iç sesiyle, karanlık imgeleri. Ve ben de böyle yapıyorum, sanki yüzyıllardır... Öyle korkunç bir otoanaliz ki bu artık her şeyi bilmek (megalomani ya da gnostizm değil bu) bir bıkkınlık veriyor, sıyrılmak istiyorum bu iç ve dış kuşatılmışlıktan, anlamlandırmadan, dile getirmeden, dilden götürmeden... Olmuyor!
Yaşamı kendilerine eklemeye, her şeyi her şeyi ele geçirmeye, kendilerine katmaya çalışıyor buradaki insanlar, bizlerse kör topal yaşama eklemlenmeye çalışıyoruz. Arada ayrım yok mu hiç?