İrade veya tutku gibi kelimelerin ne anlama geldiğini irdelememeye karar vermişti çünkü güvenmesi gerekenin, benliğini yönlendirmek adına sürekli tekrar ettiği bu kelimeler değil, kendi sağduyusu olduğunu anlamıştı.
İnsan en nihayetinde bir ada değil midir? Bir ada kadar tek başına, bir ada kadar kimsesiz.
Romanların kendi benliğinden sıyrılıp bir başkasının ruhuna yaklaşmasına olanak sağlayışını seviyordu. Karakter hüzün içindeyse Youngju da hüznü kalbinde hissediyor, acı çekiyorsa acının derinliğini sezebiliyor, kederliyse onun da içini keder kaplıyordu. Youngju başkalarının duygularını böylesine benimsedikten sonra kitabı kenara koyduğunda, yeryüzünde yaşayan herkesi anlayabileceğini düşünürdü.
Terk edenlerin hikâyesi. Birkaç gün süren veya sonsuzluğa uzanan terk edişler. Her biri farklı şekillerde gerçekleşmiş olsa da nihayetinde her terk ediş, kişinin yaşamını değiştirirdi.
Bir başkasıyla aynı mekânı paylaşmasına rağmen konuşma zorunluluğu hissetmediği gerçeği onu sevindiriyordu. Elbette söylemek istediğimiz bir şey olmasa bile konuşmak, karşımızdaki kişiye nezaket gösterdiğimiz anlamına da gelebilirdi. Ancak çoğu zaman başkalarını düşünmekten asıl kendimizi düşünemez hale geliyorduk. Ondan bundan bahsederek kendimizi konuşmaya zorlarken birdenbire bomboş hissediyor, bir an önce bulunduğumuz yerden çıkıp gitme isteğiyle sarmalanıyorduk.
İşgücünün sınırlarını aşması halinde sevilen işin "zorunda kaldığı için yapılan bir işe" dönüşeceğini çok iyi biliyordu. Sevdiği görev bile onu zorluyorken, hiç sevmediği bir görevi üstlenmesi gerekirse iş tamamen angaryaya dönüşürdü. Çalışmayı keyifli kılan şey, işin ölçüsünün ne derecede makul olduğuydu.
Anlayış beraberinde acıyı da getirir.
Kitap okurken başkalarının duygularını paylaşabiliyoruz. Bizleri bitmek tükenmek bilmeyen bir telaşla başarıya koşturacak şekilde tasarlanmış bu dünyada, koşmayı bırakıp etrafımızdaki insanlara bakma olanağını elde ediyoruz. Bu yüzden daha fazla insan kitap okursa bu dünyanın biraz daha güzelleşeceğini düşünüyorum
Önceden okumuş olduğum kitapları hatırlayamıyorum ancak üzerimdeki etkileri baki.
Benim varlığım yalnızca bana güzel, başkalarına değil. Doğrusu kimi zaman ben de kendime iyi gelmiyorum, yine de katlanılmaz biri değilim aslında...
Hepimiz uyumsuz olduğumuz için birbirimize çarpınca incinip incitiyoruz işte. Bu senin de sıradan bir insan olduğun anlamına geliyor. Hepimiz öyleyiz. Yaralayarak yaşıyoruz.
Ne kadar çaba sarf edip ilerlemeye çalışırsam çalışayım, en nihayetinde vardığım nokta yalnızca alelade bir insan olduğum gerçeğini haykırıyor. Sıradan insan türüne ait olan benim, kaçınılmaz olarak başkalarını üzüp canını acıttığımı, kahkahayı paylaştığım gibi acıyı da paylaşmaktan başka seçeneğim olmadığını gösteriyor.
Benim yapabileceğim ufacık iyilik, birine "Ben senin yanındayım" demek olamaz mı? Yetersiz ve güçsüz olduğumuz için sıradan olsak da, nazik bir yürekle hareket edebilmemiz yönünden kısacık bir anlığına da olsa, bizler de büyük birer insan olamaz mıyız?
Kendi derdine düşmüş bir insan, her ne kadar fedakâr biri olursa olsun, nihayetinde ister istemez başkalarına karşı kayıtsız kalırdı.
Ailemle ilişkim... Yani, şöyle söyleyeyim, bir başkasını hayal kırıklığına uğratmamak adına yaşanan bir hayattansa istediğim hayatı yaşamam daha doğru değil mi? Sevdiğim bir insanın benim yüzümden hayal kırıklığına uğraması elbette üzücü. Ama yine de sonsuza dek ailemin isteklerine boyun eğerek yaşayamam ya.
Hephaistos, işçilere bağlılık hissi ve bireysel ahlak kurallarını aşılamak için tasarlanmış 'takım' ve 'aile' gibi kurum içi terimler aracılığıyla, çalışanların kendilerini işleriyle özdeşleştirmelerini teşvik etmiştir. 'Takım' ve 'aile' gibi idealler, işyerini ekonomik bir zorunluluktan ziyade ahlaki zorunluluğa sahip bir alan olarak yeniden tanımlayarak işçileri kurumun hedeflerine daha sıkı bağlamaktadır.
Gurur duygusundan yoksun bir hayat yaşamanın ne kadar zor olduğunu bilemezsin elbet! Bütün gün deliler gibi çalışsan da geriye hiçbir şeyin kalmadığı, hayır, sadece yorgunluğun kaldığı bir hayat!
Halbuki yaşamak zaten bu işte. Öylesine yaşıyoruz. Doğmuşuz çünkü.
Çaresizlik. Usanç. Boşluk hissi ve hiçlik... Bunlar bir kez kapıldın mı kendini kurtarmanın zor olduğu duygulardır. İçinde su olmayan bir kuyuya düşmüşsün de yüzünü dizlerine gömmüş oturuyormuşsun gibi hissettirir. Bu dünyanın en anlamsız varlığı senmişsin, zor zamanlar geçiren tek kişi kendinmişsin gibi gelir.
Çünkü aynı mücadeleyi veren başka insanlar olduğu gerçeğiyle bile güç bulabiliriz. Bu zorlukları tek ben yaşıyorum zannederken aslında onların da savaş verdiğini fark edebiliriz.
Bazen akşam rüzgârı estiğinde nefes alabildiğimi hissettiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünürüm; cehennemde rüzgâr olmadığını söylerler, o halde burası cehennem olmamalı, ne şanslıyım derim.
Benden daha iyi tek bir yanı bulunmayan bu piçler bir şekilde sağlam bir koltuğa oturmuş ve yerlerine başkası geçecek diye akılları çıkıyor.
Günümüzde kendinden bahsetmemek bile mistisizm olarak algılanıyor. Halbuki sadece her gün işe gidip gelen sıradan bir ofis çalışanıyım. Artık insanların kendilerini sergilediği bir dünyada yaşıyoruz.
Mutluluk denilen şey geçmişimizde ya da uzak geleceğimizde beklemiyor. Hemen gözlerimizin önünde duruyor.
Doğru, hayaller insanı perişan edebilir.
Bazen, bir şeyi söylemediğimiz gerçeğinin kendisi bir yalana dönüşür ya. Söylememiş olmamız genelde mühim değildir, ancak kimi zaman bir soruna dönüşebilir.
Ben, en çok kendime önem veren ve şu anki yaşam biçimimi sürdürmeyi en üstte tutan bir kişiyim. Dahası kendim ve yaşam biçimim uğruna her an birini tekrar terk edebilecek bir kişiyim. Yanınızda tutmak isteyeceğiniz biri değilim.
Kucaklayıp yaşayamayacağım şeyi kucaklamaya çalışmam bir hataydı. İyi yaşamanın bitirmen gereken şeyleri bitirerek yaşamak anlamına geldiğini bu defa öğrendim.
Demek ben de kendini koca sanan bir oğulla evlenmişim. Bir çocukla yaşamışım.