Bir Solgun Adam

Bir Solgun Adam

Selçuk Baran

RomanEdebiyat

E-Kitap

bitirildi

Salt kendimi ilgilendiren konularda inceden inceye düşünmeye –nasıl derler– kılı kırk yarmaya alışkın değilimdir pek.
Geçelim. Geçmişimle ilgilenmek istemiyorum.
Bu defteri alalı bir hafta oluyor; daha bir şeycikler yazamadım. Günlük tutmaya kalkışmak kendimi önemsemek gibi geldi bana. Çünkü ancak önemli kişiler, sözgelimi yazarlar, düşünürler, generaller günlük tutarlar.
Yaşamımda bir şeyler değişiyor. Elimde olmadan... Ben istemeden.
Ama üşeniyorum. Hem başıma ne dert gelecekse gelsin bakalım, umrumda değil.
Yoksa okuduklarımın hemen hepsini tutmak işten bile değil. Unutacak olduktan sonra da okumanın ne yararı var? Böyle düşünürüm ben.
Herkes gibi yaşamının bir anlamı olduğunu sanıyordum da birden boşluğa mı düşüverdim?.
Acı acı gülmek geliyor içimden. Onca savaş kahramanının yaşam öykülerini, anılarını okuyan ben, sonunda yenilgilerimi mi yazacaktım? Yenilgi.
Yaşamımın bir zafer olmasını isteyecek, umacak kadar kendimi beğenmiş değilim. Yaşamım başarılı olmuş, olmamış ne ayrımı var? Gene de bir burukluk duymuyor değilim. Baş ağrısına benzeyen sıkıntılı bir hüzün ya da.
Çıkıp dolaşsam sokaklarda... Öylece, yağmura falan aldırmadan.
Herkes geçmişiyle ilgili bir anı, bir öykü anlatır. Yaşadığımız günlerin, geçmiş günlerimiz kadar önem taşımadığı yaşa gelinmiştir çünkü. Ama ben susarım, benim anılarım bile yoktur da ondan.
Resim yaparak doğayı kutsadığını söylemişti. Bana kalırsa onun resimlerinde doğa yok. Dalgalı bir deniz, çiçek açmış ağaçlar bile birer “ölü doğa” olmaktan kurtulamıyor. Karnı tok, sırtı pek bir adamın yumuşak ve dolgun kalçalarının altına bir sandalye koyarak resim yapması... Yüzünde görmüş geçirmiş, doygun bir gülümseme... Yağmur altında ıslanmadan... Pabuçları bile çamurlanmadan.
Dindar kişilere bakıyorum: Onlar için din, vazgeçemedikleri bir inanç kaynağı, boyun eğdikleri buyruk ve yasaklar yığını değil, aşkınlık hiç değil. Yararcılığı içeren Osmanlı akılcılığının yönettiği topluca bir davranış biçimi, koklamaya alıştıkları hava, hatta bir iklim aslında.
Ben bu iklimi sevmiyorum. “Biz” diyebilmenin dinginliğine, kolaylığına sığınamıyorum.
Ayrıntılar değişince yokluklarını anlıyor, tedirgin oluyorum. Oysa onlarla haşir neşir yaşayıp giderken de varlıklarını bilmem gerekir.
Elinden gelse, kuş olup bulutlara doğru kanat çırpacaksın. Ne var ki, kaldırımlara çakılısın işte.
Belki de yalnızca insanlarla konuşmayı sevmiyorum. Çünkü biliyorum; yaşama küskün, kırgın ölmüş bir yazarın dediği gibi, insanlar “Bizim gerçeklerimizi değil, kendi yalanlarını söylerler” durmaksızın. Bu yalanları dinlemekten usandığım için, eski tanışlarımın hiçbirini arayıp sormuyorum.
Ben de bencildim. Sizi değiştirmeye, kendi isteklerimi yaptırmaya uğraşmam doğru değildi belki. Ama sizi kendi halinizde bıraksaydım, birlikte hiçbir şey yapamazdık ki... Doğrusu hiç suçum yok benim. İstediğimi elde etmeye uğraştım; bu benim hakkımdı. Siz direndiniz; bu da sizin hakkınızdı. Çatıştık durduk. Sessizce, kibarca.
Ben bir olanaktım, değişik bir gerçektim, o kadar. Gönlünce denemek istiyordu beni. Yalnızlığıma çekilmemi de korkakça ve edilgin bir direniş olarak nitelendiriyordu. Bu korkakça direniş, nedense daha güçlü kılmıştı beni.
Nevin, tuhaf bir adam olduğumu söyler dururdu. Ben de kendi kendime ona duyduğum sevginin biraz hasta bir sevgi olup olmadığını sormuşumdur ara ara. Hayır, elbette hasta bir sevgi değildi. Yalnız çok şiddetli, çok yoğun, bölünmemiş bir sevgiydi. Yüreğimde hayatın çeşitli görünüşlerine, dünyadaki başka varlıklara yönelebilecek ne kadar sevgi varsa, hepsini ona karşı duyuyordum. Onu sevmek, yaşamayı sevmek, dünyayı sevmek gibi bir şeydi. Bu yüzden ondan kaçmaktan başka çarem yoktu.
İkimiz arasında geçenlerin gerçek anlamını biz kendimiz bile bilmiyorduk.
Beni kendine uydurmak için elinden geleni yapacaktı. Yani kusurlarımla, kendisine hiç benzemeyen yönlerimle olduğum gibi kabullenemeyecekti beni.
Pijamam sırtımda, elimde gazetem, onunla oturup çay içmem bile olanaksızdı.
Aslında hayatın dışında kalıyor, ona hiç karışmıyorsunuz.
Aydınlanma çağı felsefesi, bütün dinler kendimizi tanımamızı isterler. Tabii kendi önerdikleri yolu izleyerek.
Çok derinden duyuyorum. Ona rastlarsam, onunla konuşursam değişeceğim. Bambaşka bir insan olup çıkacağım. Belki mutlu, neşeli, hatta şarkılar söyleyen, ağaçlara tırmanan bir adam olacağım.
Çirkin kargaşalıklara, olmadık rezaletlere bile razıydı belki. Hiç değilse, arada bir işinden atılmak korkusuyla karşı karşıya bulunan ya da kamunun gözünde küçük düşmüş ve bunu hiç hak etmemiş biri olabilseydi! Bütün bunlara nasıl dayanabildiğini herkese gösterecek, hayatı da böylece bir anlam kazanacaktı. Çünkü mutlu olma umudunu nasıl olsa yitirmişti.
Yorgunum... Yalnızım... Ya da bilemediğim bir hastalığa yakalandım. Geceleri uyku tutmuyor. Karanlıkta, yatağımın içinde oradan oraya dönüp duruyorum. Kalkıp kitap okusam ya... Onu da yapamıyorum. Artık gazete bile okuduğum yok. Ölesiye mutsuzum. Ne var ki, ölmek istemiyorum. Çünkü ölmek bir şeyin (yani ömrün) kullanılması, tüketilmesi, bitirilmesi değil, tamamlanmasıdır. Zaten ben günlerimi kullanmadım, biriktirdim (Ne için?). Şimdiye dek ne yaptım? Yalnızca bir seyirciydim. Üstelik kötü bir seyirci. Bakmasını bilemedim. Çünkü bilseydim, bana gerekli olan şeyleri görürdüm. Ellerim böyle boş kalmazdı.
Gün ağarmamıştır daha. Sokaklarda hâlâ lambalar yanar. İnsanın sahip olduğu her şeyi yitirdiği saatlerdir bunlar. Korkmak bile gelmez elinizden. Öylesine çaresizsinizdir. Tutsaklığı kanıksamış bir tutuklu gibi sürüklenir durursunuz.
Büyük kentlerde her şey inceden inceye hesaplanmış, kurallara uydurulmuştu. Şaşırtıcı ne olabilirdi? Geleceğin öylesine solgun, isteksiz görünmesi bu yüzden değil miydi zaten?.
Hiç gitmemeliydim. Çünkü dönmek, geri dönmek... Anlatılır gibi değil. Öyle saçma, öyle anlamsız ki!.
İlk uyanışım güzel oluyor. Sonra kendimi ve odamı tanıyınca, bir yerime bıçak batırılmış gibi irkiliyorum.
Çünkü acısının haklı bir acı olduğuna inanırsa insan, dayanmak kolaydır. Ve haklılık bir çocuğa bile anlatılabilir.
Dayanmak mı? Hayır! Direnmenin yerini tutmaz ki dayanmak.
Yol uğraklarında hep dostlar karşılar insanı. Bu sözümü unutma. Çünkü insanlar bir çay içimlik sürede birbirlerinin gözünü oyacak kadar kötü değillerdir bana sorarsan. Herkesin az buçuk iyilik kalmıştır yüreğinin bir yanında. Onu da işte böyle tenha kahvelere, ıssız yollara saklarlar. Neden dersen, kendileri de korkarlar.
Gene de diyorum ki, bana göre hava hoş, şunun şurasında kaç günlük ömrüm kaldı? Ama gençlere yazık... Ne biçim bir dünyada yaşayacaklar? Biz hiç değilse bir ara sevinmiştik. Onların sevinecek zamanları olacak mı dersiniz?... İyi ki çocuğum yok.
Başkalarıyla birlikte olmayı istemek bile az şey değil. Bana kalırsa insanın yaşadığını duyması için, bir başkasının yardımını gereksemesi bile yeterlidir.
Dünyayı ben yaratmamıştım, hiçbir şeyi değiştirmek elimde değildi. İşte bundan ötürü sıkılıyordum galiba.
insan ancak bir şeylerden yoksun olduğunu sezinleyebilir, bunların neler olduğunu hiçbir zaman bulamaz. Hem bulsa neye yarar?.
Ya on yıl erken geldim dünyaya ya da on yıl geç. Ara yerde bir geçitteyim. Bir el boğazımı sıkıp duruyor. Biri de çıkmış göğsüme oturmuş. Çok kalmadı şurada ama... Erken ya da geç başlanan on yılın bitmesine.
Bir şey beklemezse eğer insan, on yıl çabuk geçer.

© 2024

Taylan Tatlı

TwitterGithubInstagram