Kinyas ve Kayra

Kinyas ve Kayra

Hakan Günday

RomanEdebiyatYeraltı Edebiyatı

E-Kitap

okumaya başladım

Okuyorum
Yolculuğu, gecesi ne kadar kötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şey olmamış gibi kendisini bekleyen bir evin olması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapabilmesini sağlıyordu.
Beyaz medeniyetin fantezisi, Üçüncü Dünya çocuk fahişesi!
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı’dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı’yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz.
Hayatın suyunu içtikten sonra bir gün işememiz gerekecekti. Ve zihinlerimiz ölmeden önce bunu yapacağız.
Canlıların birbirlerini öldürüp yemelerini ana hareket edinmiş ekolojik sistem ne kadar faşistse, öleni gömmek de o kadar canavarca. Doğanın gereği faşistlik. Güçlünün zayıfı yemesi faşizan ve doğal. Ölüyü gömmek de dostluk, aşk gibi kavramları yalanlayan en büyük doğa geleneği. Ki bu gelenek hayatta kalana unutmayı emrediyor. Unutmak için toprağa gömmeyi. Yoksa kokutuyor cesedi. Çürütüyor gözlerinin önünde artık nefes almayan dostunu, sevgilini.
İnsan, insan olmaya geliyor dünyaya. Kesinlikle bir tercihi yok. Hiçbir şeyi seçemeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni.
“Bir hamal ya da bir profesör. Çok şey fark eder! Kırk hamal ya da kırk profesör. Ne fark eder!”
Bazen tesadüfler böyle gerektirir. Cümlelerin hepsi duyulmaz. Her şey yanlış anlaşılır ve çözülmesi çok zor bir nefret iki adamın arasına gelir ve oturur.
Zihnim bedenimden ve dünyadan milyonlarca kilometre uzakta da olsa ayağımın bastığı yerdeki her şeye hâkim olmalıyım, diye düşündüm hep. Gerçek deha budur. Farklılıkları yüzünden itilip kakılan bir geri zekâlı olmak utanç vericidir. Yapılması gereken kalabalığın arasına karışmaktır. İnsanlar arasında gömülmek. Ancak o zaman linçten kurtulabilirim.
Sonra alıştım korkmaya. Çok geç alıştım ben yaşamaya.
Onu kurtaracağımı düşünüyordu. Ama kim kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? Beni kim kurtaracaktı?
Günahlarınızı ben unuturum. Siz işlemeye devam edin.
“Bitiyorum” dedim kendime. Belki de bittim. “Peşimi bırakmayan sıtmadan önce ben kendimi öldüreceğim” dedim. Asla bir kurşunla değil. Asla bedenime zarar vermeden. Bir “squat” haline gelmiş zihnimdeki düşüncelerle öldüreceğim kendimi.
Yol! Gitmek. Uzaklaşmak. Doğduğun yerin çok uzaklarında ölmek. İnsanı insan yapan bunlar. Tanrı bile gitmemizi istiyor. Bu yüzden dünyayı bu kadar büyük, insanları bu denli küçük yaratmamış mı?
Ahlak çoğunluğun görüşüdür, toplumsal sözleşmedir, derler. Ve geceleri o çoğunluk yoktur. Ve o sözleşmenin altına bastıkları parmaklarını çok daha başka işlerde kullanırlar.
Vatan özlemi, yemeklerin lezzetinde, bulunulan ülkenin insanlarına duyulan nefrette gizlidir. Dağdan gelip bayırdakini kovmak, dağa hasrettendir!
Mucizeler bitti. Doğmak yeterince mucizevî. Başka bir tane daha beklemek aptalca. Ölmek de ikincisi. Bunların arasında da hiçbir şey yok. Kimse beklemesin.
Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa’yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı.
Zaten hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. Tercihlerimiz sorularımızdan gelir.
İlk başlarda sonsuzmuş gibi gelen notalar kombinasyonunun yüz yıllık bir ömrü olduğu ortaya çıktı. Resmin sınırı fotoğraftı. Müziğin sınırı da makinelerden çıkan sesler oldu. Her uyuşturucu kendi tarzını yarattı. İnsanlar beyinlerini uyuşturma yöntemlerine göre sınıflara ayrıldılar. Hepsi kendini kandırdı. Benim kandıracak kimsem yoktu. Çünkü kanmış olarak doğmuştum!
Hiçbir şey modernleşmenin önünde duramıyordu. İlkellik yakında hepimiz için güzel bir anı olacak. Çok özleyeceğiz onu. Basitlikten tekrar doğacaktık oysa ve o kapıyı da kapatıyoruz. Üstüne de bütün insanlık oturuyor...
En büyük hatam insanlardan cümlelerimi bitirmelerini beklemekti. Hayatımın belli bir dönemine kadar hep böyle yaptım zaten. Gözlerinin içine baktım beni bilsinler diye. Kadınlardan bunu bekledim. Birisi gelip, “Evet, ben seni tanıyorum” desin diye bekledim.Ve o kadına âşık olacaktım. Sırf bu sihirli gün için bir sürü diyalog hazırlamıştım kafamda. Ama sonra anladım ki böylesine insanlar yoktu. Olsalar bile kitap okumuyorlardı. Kimseyi tanımıyorlardı.
İletişim diye bir şey yok. Fazla iyimser bir kavram. Hayatı renklendirmek için. Kim bilebilir kimin bir lafı inanarak söylediğini. Ya deliyse konuşan. Ya ne dediğini bilmiyorsa. Ya bir yalancıysa.
Din kitapları ilk insandan söz eder. Âdem’den. Bunu kabul edebilirim. Ve kaburgasından türemiş Havva’yı anlatırlar. Bunu da kabul edebilirim. Mucizeler dinlerin ana motorlarıdır ne de olsa. Ancak üreyerek çocuk yapmalarını ve o çocukların da kendi aralarında üreyerek çoğalmalarını kabul edemem. Bir an için bütün bunların doğru olduğunu düşünsek bile ortaya şöyle bir tablo çıkar. İlk insan Âdem ve Havva ve onların çocukları normal insanlardı. Ancak torunlar pek de öyle olamazlar. Akraba evliliğinin ürünü olan torunlar normallikten anormalliğe geçmeye başlamışlardı. Ve kuşaklar boyunca sürerek bugüne kadar geldi söz konusu çoğalma. Anormallik katılaştı ve normal olarak algılanmaya başladı. Kardeşler arası ilişkilerden meydana gelen çocukların yarattıkları kuşak sakat olarak dünyada yaşamaya başladı.
Gerçek şu ki, dünyaya binlerce yıldır hâkim olan insanlık, din kitapları esas alındığında, sakat bir ırktır. Hastalıklıdır. Kardeşlerin birbirleriyle üremesinden ortaya çıkmıştır. Ve diğer bir gerçekse dünyaya gelen, bilimin hasta olarak nitelendirdiği çocukların, otistiklerin, spastiklerin ve sakat olarak tanımlanabilecek insanların aslında Âdem ve Havva gibi görünebilme, gerçek atalarımız olma ve insanın ilk yaratıldığı biçimde olma ihtimalidir.
Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür!
Kanımızı emmek için can atan. Ama bizim kansız olduğumuzu bilmeyen. Damarlarımızda kanın yerine gözyaşının aktığını bilmeyen bir adam. Birazdan gözlerimizin içine bakıp bize yalanlar sıralayacak. Eğer daha önceden duymadığım birini söylerse dudaklarından öpeceğim.
Bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek güzel. Aynı dünyada yaşadığımızı hatırlatıyorlar bana. Dünyadaki tek değişmeyen olmak büyük yalnızlık çünkü.

© 2024

Taylan Tatlı

TwitterGithubInstagram