Şükrü Erbaş
EdebiyatDeneme
E-Kitapbitirildi
O da biliyordu ki, herkesin ruhunu bedeninin çarmıhına gerdiği, bırakın acıyı, sevincin bile paylaşılamadığı bir dünyada, kimse boyunu incelik ve derinlikle ölçmeye kalkmazdı. Ama yine de ‘insanın acısını insan alır’ sözüne inanıyordu bütün yüreğiyle.
Biliyor musun, yalnızlık insanın kendi seçimiyse iyi bir sığınak sayılmalı. İnsan geçmişe gülümseyerek bakıyorsa, başka bir umarı kalmadığındandır. Avucumuzdan usul usul sıyrılan dünyayı son bir çırpınışla sevmekten başka ne gelir elimizden. Yoksa insana acısını özleten bir gerçeklik, gerçekte ona verilmiş bir cezadır.
Yine de bir insan sıcaklığının yerini hiçbir şey dolduramıyor. Garip değil mi, yaşadığı acıları bile özlüyor insan.
Kırk boğuntu halkasından geçtim, her birinde seni biraz daha isteyerek. Geldim ve bungun yüzün kırk birinci acım oldu. Tuhaf değil mi insanın gücü sevdiğine yetiyor. Benim biricik ayrıcalığımsın oysa. Sana işgal dersem dünyayı nasıl tanımlarım ben. Damla kendini tamamladı ve gelip sana damladı. Hepsi bu…
İnceliğin nasıl bir yanılsama olduğunu görmek için başını kaldırmak yeterli. İçindeki iyilikle yenik düşüyorsun.
İnsan gövdesiyle çarpmıyor kötülüğe. Yüreğinden alıyor yarayı.
Herkesin dünyası kapı aralığı kadar genişti ve kimsenin sesinde mavilik yoktu.
Ağzın bulutların ülkesiydi. Gövdene bakıp bakıp ‘iyilik bu’ diyordum. Yitiklerimin de kazançlarımın da adı oldun bir gülüşlük vakitte. Uzaklara bakmaya seninle başladım. Benim için işgal, senin dışındaki her şeydi. Senden geçiyorsa her şey aşktı. Dünya sensiz geliyordu üstüme. Hırçınlığım buydu; biraz korku, biraz keder, çokça ayrılık…
Gelince sen geliyordun, ama gidince dünya kopuyordu yüreğimden.
Kendi içine bakmayı birazcık bilen herkes, sesinin tınısından içindeki bataklığın kıvamını görürdü.
Bir kadın çığlığının dilim dilim ettiği yollarda, sigara yanıklarıyla ışığı söndürülmüş bir çocuk bedeni, evinden alınmış bir babanın odalarda bıraktığı boşlukla büyüye büyüye, bu dünyayı göğsünde yürek taşıyan herkesin ağzına tıkıyordu.
Herkesin gövdesiyle var olduğu yerde yüreğini öne süren "bir beyazdım siyahlar arasında."
Bir kirlenmeden korumak için susarak yaşadığım her şeyin bir yenilgi olduğunu çok sonra öğrendim. Benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı.
Ne zaman bir sızıyla gözlerimi bulutlara, ağaçların uç dallarına, rüzgârın ufukta çaldığı ıslığa çevirdiysem, yüzüme inen bir tokatla önümdeki duvarlar gösterildi.
Kimsenin yağmuru seyretmediği bir dünyada yıldızları sevmenin yalnızlığı ile her gün biraz daha geri çekildim.
Kime biraz gülümsediysem, garip bir önlem duygusuyla, bir yerlere gecikiyormuş gibi telaşlı, arkasını dönüp gitti. Korkunun ve bencilliğin cumhuriyetinde kabalığın kırıcı saltanatıydı yaşadığım.
Onca acıdan sonra anladı ki, ölüm de yıkım da umut da umutsuzluk da aşk varsa güzeldi, kolaydı, katlanılırdı.
Kadın bembeyaz bir ülkeydi; sevdikçe mavi, pembe, turuncu, lacivert… yedi renge bürünen.
Bizim ölümsüzlüğümüz ardımızda bırakacağımız sevgi geleneği olacak. O da ancak bir incelikle insanı kutsayıp yaşamı yücelterek elde edilecek bir olanaktır. Yaşamsa, bize verdikleri kadar bizden esirgedikleriyle de bizimdir. Şimdi anlıyor musun huzursuzluğumu, iyimserliğimi ve gücümü…
"Günlerin bize aitmiş gibi görünmesi ne tuhaf değil mi" dedi. "Suyun, içine konduğu kabı sahiplenmesine benziyor tıpkı."
Sevmek, insanın en büyük acısıdır.
Yalanın kirlettiği bir yüreği yağmur sularıyla yıkamak, sonra da içtenliğin rüzgârıyla durulayıp iğde kokularına sarmaktır. Işıkları kesilmiş odalarda kirpiklerden ve parmaklardan mumlar yakıp, derin bir hazla ışıyan güzelliğini seyretmektir insanın. Bunca aşağılanmaya karşı insanın onurunu kutsamak, gövdesini yüceltmektir.
Dinle mayalanmış geleneksel kültürün egemen olduğu toplumlarda, tanrının evdeki suretidir baba. Evin tüm bireyleri bu tanrının kulları. Öyle bir tanrı ki evden dışarda binbir şekil alarak sürüp gider… "Devlet baba" kültü, evdeki babadan alır gücünü ve döner bu babayı da kendisine kul eder. Bir paradoks gibi görünse de değildir. Her iki baba da çocuklarını –yurttaşlarını– edilgen birer kul yaparak yaşayabilir ancak. Sevgi ölür. Şiir uzaklıktır. Özgürlük suçtur. Bunun yol açacağı sonuçlar mı? Yaşadığımız ülke çok açık bir yanıt değil mi? Mutlu sözler değil bunlar, bilirsin. Şiirle susarsın…
Kendisini bu kadar silen bir insan, başkaları için başı göklerde bir dünyayı nasıl kurabilir?
Sonra şiirin mayasına yönelik ikinci merak gelir: Nedir bu hüzün; nereden gelir; hüzünsüz olmaz mı? Ne olabilir ki, dersin saygıyla; doğrudan hayatın kendisi. Hayatla ‘terbiye’ edilmiş benim aklım ve kalbim. İnsanı kendi içine kilitleyen bu yabancılaşma; bu yabancılaşmanın yarattığı, bir ucu düşmanlığa varan yalnızlık. Çaresiz düşürülmüş insan. Bunlar size de hüzün vermiyor mu? Şu küçük uyarıyı yaparsın hemen: Ben bu hüznü kutsamıyorum; insanın kalbine dokunan bir dille sergileyip reddediyorum.
Kim bilir kaç cümle kurdun bugüne dek, şiirle hayatın kesişme noktasına göndermeleri olan: Ben, şiir ya da deneme, yazarak kendime bir yaşama alanı açıyorum.
Hiçbir ayrılık gitmekle özdeş değildir. Gerçek ayrılık tam anlamıyla bir unutuşla başlar.
Yalnızlık… Seni bir gün biz seçeceğiz. O zaman güzel olacaksın.
İnsanın geçmişinden kurtulmasının olanağı yok. Kaldı ki kurtulmasın da. Yeni yerleri, yeni insanları, onların hayatlarını bu geçmişin mihenk taşına vurarak anlayabiliriz ancak. Bu, kendi hayatımızı sevmenin ve anlamın da bir olanağıdır.
İnsan ruhu –der, Kazancakis– dünyanın en emperyalist gücüdür; fetheder, fetheder ve hiçbir zaman fethettikleri ona yetmez.
Dağıstan’da Avarlar, hayatını istediği gibi yaşayamamış insanların mezar taşlarına "yüz yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi" diye yazarlarmış.
On iki yıldır mutluluk adına biriktirdiği ne kadar vazgeçiş varsa, şimdi hepsi bedenini kendi ekseninde çeviren birer kamçı olmuştu.
Şarkıları bin yıldır ölümü ve ayrılığı söyleyen bir ülkede siz gerçekten özgür müsünüz?
Evlere neden pencereler açıldığını düşündünüz mü hiç? Dünya yokmuş gibi yaşamaktan büyük yoksulluk olur mu?
Kadının poposu, erkeğin pipisi
Vız gelir halkımıza memleket meselesi.
Ya sen bu ülkede doğmasaydın, ya ben aşkı herkes gibi bilseydim.
İki yenilgiden, yaşama sevinci adına bir olanak yaratmanın acemi bilgeleriydik.
Arkasına baka baka yürüyen insanın gideceği hayal, hatırasıdır
İnsanlık ne kadar büyük bir yalnızlığı, yabancılaşmayı, sevgisizliği ve yıkımı yaşıyor olursa olsun, dünyanın herhangi bir yerinde şiir yazan birisi varsa ve onu okuyan bir başkası varsa, barıştan, aşktan, özgürlükten ve güzellikten umudu kesmeye yer yoktur.
Ülkelerin sınırları ilgilendirmez şiiri. İnsanın ve halkların içdünyası, bireysel-toplumsal farklılıkları şiir ülkesinin sınırlarını oluşturur. Bu yüzden şiirin atlası insanın atlasıdır ve bu atlas bütün bir yeryüzüdür.
Yalnızlığı ne kadar geniş bir alana yayarsan yay, ne kadar uzak bir zamana ertelersen ertele, acısı ve ağırlığı azalmıyor. Çünkü insan, yüreğini göğüskafesinde yapayalnız taşıyor.
Size benzeseydim mutlu olur muydum?
Ben geceye çekiliyorum ey büyük yalan; sizin yalnızca uyku diye bildiğiniz o sahipsiz hazineye…
Geceyi seyrede seyrede öğrendim ki ışık insanın içinde yanmıyorsa yüzüne vurmuyor.
Susarak ya da koşarak yaşadıklarımız, payını bizden geceleri alıyor sanırım.
Ey karşılıksız içtenlik, her aşkın üzerinde oturduğu kaide sensin, bilirim.
Kuş taşlayarak, köpek döverek, kedi yakarak büyüyen çocukların ülkesinde polislerin kahraman olmasından daha doğal ne olabilir. Ben polise öfke duymuyorum. Asıl katil onların babalarıdır. Aklı ve sevgisi olmayan bir toplum ya önünü iliklemekte ya da şiddeti şehvetle sevmekte bulacaktır özgürlüğü.
İnsan yaşama gücünü her zaman elde ettiklerinde bulmaz. Bir düşü büyüten onun uzaklığı değil midir biraz da? Denize bütün yüreği ile bakan bir çocuk görmüştüm. Masmavi bir göz kesilmişti. Seyretmek yetmedi ki sulara girdi ve bir daha çıkmadı. İnsan sevdiklerini kendi elleriyle bir uzaklığa yerleştirmeyi bilmeli.
Güzel mi, acı mı bilemiyorum, ne kadar kötü olursa olsun herkesin geçmişi, cenneti oluyor bir süre sonra…
Sevmeyi özledim biliyor musunuz? Kayıtsız şartsız bir gülüşü. Olur olmaz yerde ağzıma bir öpücüğün konmasını. Bir doğruya sevinmekten çok bir saçmalığa gülümseyebilen hoşgörüyü. ‘Nerde kaldın’ ayazını değil, ‘hoş geldin’ iyiliğini. Hiçbir şeyle yatışmayan yürek telaşını. Kapı zilleriyle telefonlar arasında tükenmeyi. Geceyi bir hayal hazinesine çeviren uykusuzluğu. Bir gövdenin önünde diz çökmeyi. Kendimi severek yürümeyi kalabalıkta. ‘Göğe bakma duraklarını’ özledim. Yağmuru kirpiklerden içmeyi. Yumruk kadar bir yüreğe dünyayı sığdırma hünerini. ‘Sana sevinç verdiğim sürece ben buradayım’ zenginliğini özledim. Otobüs terminallerinin ayrılıkla dönüş karışımı kokusunu özledim. Otel odalarının insanı bir yaprak gibi incelten kederini. Başka kentlere vuran rengini güneşin. Başka sokakların telaşıyla çoğalmayı. Dünyayı yudum yudum aşka çeviren yalnızlığı…
"Aşk ile korku, cam ile taşa benzer."~ Sâdi ~
Şaşırma yetisini yitirenin yaşama sevinci olur mu?
"İnsanın düşleri nasıl kendi gerçeğinden doğuyorsa kendi gerçeğinde gerçekleşmeli"
Hiçbir omuzdan hiçbir kuş havalanmıyordu, kanat sesleriyle düş kurabilsin insan. Anılarından başka gerçeği kalmamıştı. Gitmek diye oturduğu her yerden gitmek diye kalkıyordu.
‘Aşk iki kişiliktir’ sözünü düşüneceğim uzun uzun. Kalkıp pencereden hayata bakacağım. Alnından öptüğüm yerde ülkemsin, ağzından öptüğüm yerde kadınım, diyeceğim. Bir gülüşünle çıkıp caddeleri dolduracağım.
Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar. İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti.
Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını. Yenilen herkesin boğuntusuydu kaybolduğum uzaklık, yüzün her bulutlandığında. Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde. Sesine güvendim, gözlerine en çok yakışan o sürekli yaz ikindisine. Gökkuşağının altından geçen çocukların şımarıklığıydı, kâküllerini her araladığımda gövdemdeki ürperti. Ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiirler okurken. Bütün öksüzlerin kederiyle baktım yüzüne, ne zaman geleceği düşündüysem. Bir haksızlığı haykıran herkese senin soluğunu verdim. Bütün hapislerin penceresi yaptım seni. Sonra tuttum kenar mahallelerin yalnızlığını gösterdim, bir özür, bir bağışlanma umuduyla. Kirpiklerinin ömrüme açtığı yolda yaptım bütün kavgalarımı. Söze inandım, gövdene ondan çok. Dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün aşk olduğunu. Alışkanlıklara yenilmedim ben, seni bir alışkanlığa dönüştürmek istemedim yalnızca.